BU SİTEYİ KURAN,YÖNETEN VE GÜNCELLEYEN By_SehZaDe=MUSTAFA MİKAİL CÜCE mmikail05@hotmail.com Cehalet insanı çirkinleştirir Suskunluğum asaletimdendir Her lafa verilecek cevabım vardır Lakin lafa bakarım laf mı diye Adama bakarım adam mı diye... !
   
 
  EvLiyALaRıMıZ


 

Kurtboğan Evliyası

XIV. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Amasya Emiri Şadgeldi Paşa’nın yaptırmış olduğu köprüden geçip şehrin istasyonuna doğru yolu tuttuğunuzda nihayetinde bir mescidle karşılaşırsınız. Bu pek de küçük olmayan yapının içersinde, oğlu ile ün kazanan bir evliya kabri vardır ki, kabrin sahibi bu zat, Şeyh Hamza Hazretlerinden başkası değildir. Onun, Dünya tarihinde bir devir açan Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin’in babası oluşu dışında, halk arasında anılmakta olduğu lakabını vefatından sonra aldığı da söylenebilir. Anlatılır ki, şeyhin vefat ettiği günün gecesi bir kurt gelip kabrini açar. Yeni mezarları bularak ölüyü kabrinden çıkarıp parçalayan bu kurt, bölgeye musallat olmuştur. Ertesi gün kabri ziyarete gelenler kurdun ölüsü ile karşılaşır. Şeyh Hamza Hazretlerinin eli de mezarın dışındadır. Hal sahibi bir zat şunları söyler. “Kurt değdiği için elin yıkanması gerekir.” El derhal yıkanır ve kabirden içeri çekildiği görülür. Bu inanılmaz olaydan sonra Şeyh Hamza Hazretleri ‘Kurtboğan’ lakabıyla insanların muhayyilesinde yerini alır. Oğlu Mehmed Şemseddin’in İstanbul’un fethi sırasında Ebu Eyyub el Ensari’nin kabrini bularak ordunun maneviyatını yükselttiğini, 1460’da Göynük’te vefat ettiğini, Fatih Sultan Mehmed’in 1464’te onun adına türbe yaptırmış olduğunu da bu arada ilave edelim.
Akşemseddin babasının nasıl bir Hakk aşığı olduğunu şu şekilde anlatmaktadır: “ Biz oniki kardeş idik. Babam bir gün, hepimizi biraraya toplayarak yüzümüze uzun uzun bakıp hamdetti. Biz zandediyorduk ki, Cenab-ı Hakk’a bizleri kendisine ihsan ettiği için hamdetmektedir. Lakin babamın dervişlerinden Nur-ül Hüda kendisine; “Ben senin neden hamdettiğini biliyorum”, dedi. Babam “Neden?”, diye sorunca “Şuna hamdediyorsun ki, Cenab-ı Hakk, sana on iki evlad verdiği halde hiçbirisinin muhabbeti, kalbini Cenab-ı Hakk’dan ayıramamıştır.” cevabını vermişti.

Şeyh Hamzanın kerametleri günümüzde de halkın muhayyilesinde oluşmaya devam etmektedir. O tıpkı diğer evliyalar gibi, her zaman savaşlarda askerimizin yanındadır. Kore Harbinde ve Kıbrıs Barış Harekatında da moral desteği olur. Amasya’da bir Ali Amca vardır ki, anlattıklarına inanmanız için sizi hiç zorlamaz. Gözlerini iri iri açarak; “Bak hoca”, der. İster inan, ister inanma. Kıbrıs Savaşı’ndan sonra buraya gelip bana Kurtboğan’ı sordular. Savaşta en iyilerdenmiş. Attığını vurur, hep en önde savaşırmış. Namazını da hiç kaçırmazmış. Barış olunca kendisiyle buluşmak isteyen arkadaşına, “Amasya’da kime sorsan beni bilir, sana yerimi gösterir. Ben Kurtboğan’ı arıyorum de yeter”, demiş. O da kalkıp savaştan sonra Amasya’ya gelmiş. Burayı tarif etmişler. Adam türbeye baktı,baktı,ağlaya ağlaya iki rekat namaz kılıp dualar okudu gitti. Üstelik ben bu mübareğin Kore savaşından sonra da ziyaretine gelen cephe arkadaşları olduğunu büyüklerimden dinlemiştim.” Diye ilave eder. 
Bir tasavvuf klasiği olan Avârifü’l-maârif adlı eserin sahibi Şehâbeddin Sühreverdi’nin torunlarından Şeyh Hamza’nın silsilesinin Hz. Ebu Bekir (r.a)’e kadar dayandığı ileri sürülür. Onun Amasya’ya gelmiş olduğu 1397’lerde şehrin müftüsü Şücaeddin İlyas ile tanışmış olması kuvvetle muhtemeldir. 1402-1406 arasındaki yıllarda Şirvan’da bulunmuş olan Şücaeddin İlyas’ın dönüşüyle Amasya’ya Halveti tarikatını getirdiği görülecektir. Onun önce en yakın müridi sonra da ilk halifesi olan Şerafeddin Hamza’nın 1415’te vefat ettiği anlaşılıyor. Oğlu Akşemseddin’in bu sıralarda 25 yaşlarında Osmancık’ta bu gün kendi adıyla anılan kale altındaki medresede ders vermekte olduğu muhakkaktır.
Halk nezdinde Kurtboğan lakabıyla anılan şeyhin türbesi, Amasya Tarihi’nde Hızır Paşa Mahallesi anlatılırken, “Amasya’nın kuzey batısındaki Ok Meydanı üstünde, önceden Komninus Sarayı, sonradan ise Kavak demekle meşhur ve yüksek bir yerde bulunmaktadır” diye anlatılan bölgeye pek de uzak değildir. Bu gün İstasyon Mahallesinde, İstasyon Parkı'nın köşesinde yer alan mescidin ortasında bulunur. Bununla birlikte, Amasra’nın Ulus ilçesinin Kalecik köyünde, inşa tarihi bilinmemekle beraber, evliyadan Şimşirli Baba tarafından bir gecede yapıldığı rivayet edilen caminin yanında Şimşirli Baba ile Akşemseddin'in babası Hamza Efendi'nin mezarlarının bulunduğu da kabul edilir.

Pir İlyas 

Gümüş madeni dolayısıyla Amasya’nın Gümüş adını alan bir kasabası vardır. Bu kasabanın önde gelen sülalelerinden biri de Gümüşlüoğlu diye bilinir. Gümüşlüzade Şücaeddin İlyas’ın 1400’lere doğru Amasya müftüsü olarak şöhret bulduğu anlaşılıyor. Menkıbe onu aksak Timur ile karşı karşıya getirir. Önemli bir askeri kuvvet ile Amasya’ya gelen Numaneddin ül Cebbar el Mutezili adında faziletli bir zatın başkanlığındaki heyet, Amasya ulemasını imtihana davet eder. Akli ve nakli ilimlerden on tane zor soru soracaktır. İyi cevap verildiği takdirde Amasya halkı zulüm görmeyecek, aksi takdirde Sivas gibi Teymurlenk’in ordusu tarafından urulacak, kılınçtan geçirilecektir.Şücaeddin İlyas Amasya’daki ilim heyetini toplar ve bu davete icabet eder. Sorulan sorulara tereddütsüz gayet ikna edici cevaplar verir. Timur’un heyeti hayrete düşer ve Amasya ve halk böylece büyük bir felaketten kurtarılmış olur.
Timur Şücaeddin İlyas’ın ilmi derecesini takdir eder ve şehzadesi Kara Mehmet’e gönderdiği fermanla onu ve yeğeni Mevlana Şemseddin Ahmed’i Şirvan’a gönderir(1402). Amasya’da boşalan müftülük makamına da İlyas’ın oğlu Gümüşlüzade Celaleddin Abdurrahman Çelebi geçer. Şirvan’da bir müddet tedris ile meşgul olmakla birlikte Sadreddin Hayayi’nin meclislerine de katılan Şücaeddin İlyas, burada ahz-ı tarikat eyler. Timur’un vefatından (1405) bir müddet sonra yeğeniyle birlikte Şirvan’dan Amasya’ya dönen İlyas’ın burada artık Halveti tarikatının neşrine çalıştığı görülür. Anadolu Beylerbeyi Yakup Paşa’nın yaptırmış olduğu 1413 tarihli vakfiyesi ile tekke, mescid, tabhanesi ve çile odalarıyla tarikatın Amasya’daki merkezi haline gelir. Pir İlyas’ın burada uzun seneler hizmet verdiği ve 1433 yılında vefat ettiği anlaşılıyor.
Yakup Paşa Tekkesi’nin hemen üzerinde medfun bulunduğu yere 1482 yılında II.Bayezid tarafından inşa ettirilmiş olan türbesi, enine dikdörtgen planlı olup inşa kitabesi giriş kapısı üzerinde yer alır.
“Yakin ve fena makam sahiplerinin önderi, ulu şeyhlerin kutbu, Gümüşlüoğlu diye bilinen Şeyh Şücaeddin Pir İlyas için bu türbe imar edildi. Allah onun aziz ruhundan bizi faydalandırsın. Bu bina 887 yılında yaptırıldı.” Merzifon’un Kara Mağara adlı köyünün geliri de bu türbeye meşruta olarak vakfedilmiştir.
Bu arada Amasyalı şaire Mihri Hanım’ın pirin torunu olduğunu not edelim.
Velilerin hayat hikayelerini anlatan eserlerde onun tasavvuf alanındaki kudretinden övgüyle bahsedilir. Vaktiyle bir rüsum uleması olmaktan mana alemlerinin sırlarına vakıf bir Hakk aşığı olma yoluna geçişi aslında hiç de kolay olmamıştır. Arif-i billah Sadreddin Hayayi’nin sohbetiyle şereflendiği ve onun yanında kırk gün halvette kaldığı sıralarda, nefsin istediği şeyleri yapmamanın ve nefsin istemediklerini yerine getirmenin zorluklarını yaşar. Hocasının ümmi oluşu, müridin teslimiyetini adeta imkansız kılar. Yalnız başına yürümenin mümkün olmadığını da düşünerek Zeynüddin Hafi’ye gitmeye karar verir. Fakat rüyasında alemlerin efendisini görür. Peygamber efendimiz ona şöyle buyurur. “Ey İlyas!..Kalbinden başka sevgileri çıkar. Şu anda zamanın en hayırlısı Sadreddin Hayayi’dir. Hizmetine koş.” Uyanır ve yaptığı hatayı kabul eder. Tövbe edip Sadreddin Hazretlerinin huzuruna koşar. Keramet ehli mürşidin talebelerine, “Pir İlyas geliyor, onu karşılayın” dediği anlatılır. Önünde diz çöken müridine de, “Peygamber efendimizin yol göstermesi nimetine herkes nail olamaz” diye buyurarak gördüğü rüyayı bildiğini işaret eder. Bundan sonra Pir İlyas’ın şeyhinin hizmetinde kalıp mücahede ve riyazetle meşgul olduğu anlaşılıyor.
Onun Amasya’ya döndükten sonra artık Taciyye diye bilinen dergahta talebe yetiştirerek, peygamber efendimizin ahlakını anlatmak ve yaymakla meşgul olduğu görülür. Yaşayışıyla etrafındakilere örnek olur. Kendisine sorulan, “evliyanın alametleri nelerdir?”, sorusuna şu karşılığı verir. “Söz söylemek icap etse, nasihat veren olur. Evliya o kişidir ki, boş işlerle meşgul olmaz. Ve yine, Kur’an-ı Kerim okuduğunda, dinleyenlerin kalplerinin yumuşadığı kimsedir.”
Pir İlyas vefat ettiğinde, cesedi kendi bağlarındaki sofada gasledilip yıkandığı esnada, kırılan bir ağaç parçası üzerlerine düşerken doğrulup bir eliyle bu ağacı tutar ve kenara bırakır. Sonra yerine uzanır. Cenaze başında bulunanlar bu hali görünce büyük bir hayrete düşerler. Bu olayın birçok kişinin imanını güçlendirdiği anlatılır.
Evliya Çelebi, Amasya’ya geldiğinde şeyhin kabrini ziyareti vesilesiyle şunları yazar. “Yüzlerce başı ve ayağı açık aşıkları vardır. Vakıfları çok olduğundan gelip geçene nimeti boldur. Hakire ziyareti müyesser olduğu vakit, ruhları için bir hatm-i şerif okumaya başladım. Mezarının duvarında bir kağıda şu beyitler yazılıydı.
“Ali kulunu eyleme bigane(ye) kıyas
Hızır ol ona her vartada ya Hızır İlyas
Dergahına mensubdur ol beynennas
Sal devlet bünyadına avnü ile esas 

Serçoban 

Şeyh Safiyüddin Mahmut’un, hal ve hareketlerindeki sadeliği ile tanınan ve çobanlık ile geçimini sağlayan bir kardeşi vardır. Zamanla Amasya’nın bir mahallesi haline gelmiş olan Karasenir Köyüne yerleşen Serçoban, bir gün ayakkabıcılık yapan ağabeyi İğneci Baba’yı ziyarete gelir. Beraberinde de koyunlarından sağdığı sütü bir mendiline çıkılayıp hediye olarak getirmiştir. Amacı, bu sütün mendilden sızmadığını göstermektir. Serçoban mendilini kunduracı dükkanının duvarındaki bir çiviye asar. Bu sırada İğneci Baba dükkanında bir bayanın ayak ölçüsünü almaktadır. Serçoban, bayanın topuklarını görererek, “ne kadar da güzel” diye aklından geçirdiğinde, çiviye asılan mendilden süt yavaş yavaş damlamaya başlar.

İğneci Baba, kardeşinin niyetinde bozulmalar olduğunu sezer ama, hiç birşey belli etmez. Bayan ayak ölçüsünü verip dükkandan ayrılınca, İğnecibaba, kardeşi Serçoban’a, “Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta”, der.

Bu menkıbenin aynısı, Merzifon’da medfun bulunan Piri Baba ile kardeşi Çoban Baba hakkında da anlatılır.

Serçoban, bir gün dağda sürülerini otlatırken kaçan bir oğlağı yakalamak ister. Serçoban kovalar, oğlak kaçar. İyice yorulan Serçoban, "Seni yakaladığımda keseceğim", der. Sonunda yakaladığı oğlağı sözünü yerine getirmek için tam kesmek üzere iken, onun mahzun ve etkileyici bakışları ile karşılaşır ve duygulanır. “ Beni de çok yordun mübarek ”, der ve yakaladığı oğlağı serbest bırakır.

Serçoban öldüğünde, sürüdeki hayvanların her biri ağaca dönüşür ve bir orman oluşur. Mezarının bulunduğu mevki kendi adı ile anılır ve adak ve mesire yeri olarak ziyaret edilir. Yöre insanı oradaki ağaçları kesmenin kendilerine kötülük getireceğine inanır.

Serçoban, bu yönüyle Amasya’dan çok da uzakta olmayan Çorum-Osmancık’taki Koyun Baba menkıbesini hatırlatır. ”Baba Hazretleri Osmancık’ta Adatepe eteklerinde koyun güdermiş. Bir gün sürüden bir koyun kaçar. Baba Hazretleri de peşinden koşar, fakat bir türlü tutamaz. Koyun önde, Baba peşinde Adatepeyi dokuz defa dolaşırlar. Sonunda ikisinin de kuvveti tükenir, yorgun düşerler. Baba, “Ya mübarek! Ben yoruldum amma beni de Eyüp Aleyhisselam sabrına nail ettin”, diyerek koyunu kucaklayıp gözlerinden öper. Menkıbevi kişiliğinin dışında, Serçoban’ın, kardeşi kabul edilen İğneci Baba’dan yaklaşık 150 yıl önce yaşamış ilim erbabı bir zat olduğu da anlatılır. Öğrenimini Tebriz’de Hz. Hüseyin soyundan gelen Şeyh Taceddin vasıtasıyla tamamlayan İbrahim çıkmış olduğu yolculuğun sonunda gün gelir Amasya’ya yerleşir. Burada hocalık yaparak halk ve devlet adamları nezdinde itibar görür. Anadolu Moğol valisinin gözünden düşerek Karasenir Köyü civarına çekilir ve burada çobanlıkla geçimini sağlar. Gazan Han döneminde tekrar eski itibarına kavuşur. Türbesi 1878’de Karasenirli Hasan Paşa tarafından yaptırılırsa da 2001’de Amasya Belediyesi tarafından çevre düzenlemesi ile birlikte yenilenir.

İğneci Baba  


Halk arasında İğneci Baba ismiyle meşhur olan İğnecizade Şeyh Safiyüddin Mahmud Halveti’nin bir yangın sonrası yenilenen türbesi Amasya’nın Kocacık Mahalllesindeki çarşı içinde yer alır. Vaktiyle türbenin yanındaki konak şeyhin torunu Ayşe Hatun tarafından Amasya kadılarının ikametine ayrılmıştır. 1893’teki yangın sonucunda Amasya Maarif Komisyonu bu geniş ve kıymetli arsayı zabt etmiş, yerine önemli gelir sağlayan binalar yaptırmıştır. Neticede, türbeye ait tek dükkan bile kalmamıştır. Fakat halk arasında, bu komisyonun başkan ve üyelerinin uğradığı talihsizlikler, vakıf eserlere yapılan müdahaleye bağlanmıştır.




Habib Karamani

Anne tarafından Hz. Ebubekir, baba tarafından Hz. Ömer soyundan geldiği rivayet edilen Habib Karamani’nin ailesi ve hayatının ilk dönemleri hakkında pek bir bilgi yoktur. Seyahatlerinden biri esnasında kendisiyle Konya’da tanışmış olan Lamii Çelebi’nin, “Seyyid Yahya Hazretlerine vardıkta akaid şerhi okurmuş” ifadesinden zahir ilimleri tahsil etmekte olduğu anlaşılıyor. O sıralarda daha çok ilim tahsil etmek ve manevi feyz alabilmek için, memleketinden ayrılarak Halvetiyye tarikatının pir-i sanisi Seyyid Yahya Şirvani’ye intisab etmek üzere İran’a gider. Şirvan’da Seyyid’in dervişleriyle karşılaştığında, onlara, “şeyhiniz bana bir günde mevlamı gösterebilir mi?” diye sorunca, müridlerin önde gelenlerinden Hacı Hamza öfkelenerek, “bunda şüphen mi var?” der ve okkalı bir tokat atar. Yere düşerek kendinden geçen Karamani’den haberdar olan şeyh, onu yanına çağırtıp, “dervişler gayretli olur, onların kusuruna bakma ve sakın huzursuz da olma” diyerek teselli eder ve gönül alır. Sonra da, “şu pencerenin yanına git ve otur. Orada gördüklerini bize anlat.” Diye buyurur. Şeyhin işaret ettiği yere varınca Karamani, sır kapılarının açıldığını ve hakikat aleminin gözlerinin önüne serildiğini fark eder. Mana aleminin bütün güzellikleri ortadadır ve o anda Habib Karamani, bambaşka bir insan oluvermiştir. Kalbinde dünya sevgisine dair bir şey kalmamıştır. Yüksek marifetlere ulaşır, dergaha geldiğinde kalbinden geçenlere kavuşmuştur. Benlikten geçtiğini, bütün benliğini şeyhinin kapladığını anlar ve dili çözülür. “O geldi, biz gittik”
On iki yıl şeyhine hizmet ettikten sonra izin alarak Anadolu’ya döner. Artık onun sürekli seyahat ettiği görülür. Bir süre Ankara’da ikamet ederek Hacı Bayram Veli Hazretlerinin kabrini sık sık ziyaret eder ve öyle anlaşılmaktadır ki, bu nurlu mekanda her zaman kesbedilecek kemalat, alınacak feyizler vardır. Onun Akşemseddin ile sohbetleri 1450-55 yılları arasında olmalıdır. Aydın, Sivas, Kayseri, Konya, Karaman gibi şehirleri dolaşır, ve bu arada üç defa Hacc’a gider.
Kayseri’de Akşemseddin’in halifesi İbrahim Tennuri ve Nakşibendi şeyhlerinden Emir Efendi ile Mekke’de Zeyni şeyhlerinden Abdülmuti Efendi ile sohbet etme imkanı bulur. Bu büyükler sâyesinde nice feyzlere kavuşur ve her birinden pek çok istifâde eder.
Habib Karamani, İskilip’te Şeyh Yavsi Efendi’nin kızı ve Ebussuud Efendi’nin kızkardeşi Rukiye Hatun ile evlenir. Bu arada İskilip’te cami, medrese, zaviye ve kütüphane gibi bir çok vakıf kurmuştur. Bunların başında 1476 yılında yaptırıp vakfettiği Tabakhane Mahallesinde bulunan Şeyh Habib Camii gelmektedir. Vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan ve 370 m2.lik bir alanı kaplayan caminin önündeki medrese binaları 1925’ten sonra yıktırılmıştır. Caminin yanında kütüphane ve zaviye ile birlikte inşa edilen medresenin 1900 yılında altmış yedi talebesi bulunduğu bilinmektedir.
Ancak kayınpederiyle aralarında önemli bir anlaşmazlık çıkınca İskilip’ten ayrılıp Amasya’ya gider. Şeyh Yavsi’nin vakfını “evladiyelik olarak kurduğunu, Habib Karamani’nin ise, “erbabiye” olarak kurmasını istemesi yüzünden aralarının açıldığı rivayet edilir. Habib Karamani İskilip’ten ayrıldıktan sonra geldiği Amasya’da bir zaviye kurarak ibadet ve ilimle meşgul olur ve 1496 (H.902) senesinde Amasya'da vefât eder. Mehmed Paşa Câmiinin batı tarafında Nezir Mehmed Paşa ile oğlunun kabirleri arasında defnedilir.
Yahya-yı Şirvani’nin beş meşhur halifesinden biri olan Habib Karamani pirdaşları Şükrullah Alaeddin er-Rumi, Dede Ömer Ruşeni, Muhammed Bahaeddin Erzincani ile birlikte Halvetiliğin Anadolu’da yayılmasında önemli rolü olan bir sufidir. Ancak tarikat daha çok Pir Muhammed Erzincani ve halifeleri vasıtasıyla devam etmiştir. Amasya’da ise Halvetilik Pir İlyas vasıtasıyla çok daha önce yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
Kaynaklarda Habib Karamani’nin Kitabü’n-Nesayih adlı bir eseri olduğu kaydedilmekteyse de nüshasına rastlanamamıştır.
Sultan İkinci Bâyezîd Hânın şehzadesi Şehinşâh Bey'in nişancısı şöyle anlatır: Şeyh ile
berâber akşam namazını kılıyorduk. Bir akrep, secde yerinden geçip, safın bir tarafına gitti.
Ne olduğunu bilemediğimden aklım karmakarışık oldu. Namazda huzûrum kaçtı. Namazdan
sonra yemek getirdiler. Fakat akrep sanki kafamın içini sokuyordu. Hep onu düşünüyordum.
Bir türlü yemeği yiyemiyordum. Gönlümden geçirdiğim bu düşünceyi Allahü teâlâ, Şeyh'in kalbine ilhâm edince, bana; "O zavallı akrep bizim yanımıza geldi. Peygamber
efendimizin; "İki karayı (yılan ve akrebi) gördüğünüzde öldürünüz!" hadîs-i şerîfine
uyarak, onu namazda iken öldürdük. Gönlünüzü meşgûl etmesin!" dedi. (Namazda yılanı ve
akrebi öldürmek namazı bozmaz.) Böylece zihnimdeki endişe ortadan kalkmış oldu. Benim
âdetlerimden olduğu için, gönlümden geçirerek; "Eğer yemek helâl ise Bismillâh." diyerek
yemeğe başladım. Bunun üzerine Şeyh Habîb; "Helâldir, şüphen olmasın!" dedi.


Türbenin dışındaki ilk mezar Mehmet Paşa’nın babası Hızır Paşa’ya, ikinci mezar Mehmet Paşa’ya, üçüncüsü Habib Karamani’ye, bu durumda dördüncü mezar da Mehmet Paşa’nın oğluna aittir.

Caminin güneyinde yol üzerinde Habib Karamani’ye nezredilmiş olan tekkenin inşa tarihi 1485 yılıdır. Cami ve medresenin inşaatıyle birlikte Amasya valisi Mehmet Paşa’nın bu tekkeyi yaptırmış olduğu biliniyor. Bu yapıların bugün Kılıçarslan İlköğretim Okulunun (bugün Rektörlük binası) bahçesi içinde yer almış olduğu anlaşılıyor.

Mehmet Paşa Camii haziresinde yer alan kabirlerden biri de 1533’te vefat etmiş olan Seydi Halife’ye aittir. Onun 1485’lerde gelişiyle birlikte Habib Karamani’yi mürşid olarak seçmiş olduğu ve şeyhinin vefatından sonra yaklaşık otuz beş yıl tekkenin başında bulunduğu anlaşılıyor


Seydi Halife


Mehmet Paşa Camii haziresinde yer alan kabirlerden biri de 1533’te vefat etmiş olan Seydi Halife’ye aittir. Onun 1485’lerde gelişiyle birlikte Habib Karamani’yi mürşid olarak seçmiş olduğu ve şeyhinin vefatından sonra yaklaşık otuz beş yıl tekkenin başında bulunduğu anlaşılıyor. Şeyh Habîb-i Karamânî hazretlerinin Amasya'ya geldiği ve halkı irşada başlamış olduğu sıralarda talebeleri arasında Ali isimli biri vardır ki, bağlılığı ve muhabbeti sebebiyle kısa zamanda tasavvufun yüksek derecelerine ulaşmakla kalmaz aynı zamanda şeyhin halifeleri arasında ön sıralara çıkar. Hocasının vefatından (1495) sonra onun yerine geçip insanlara hak ve hakikati anlatan Seydi Halife’nin yaşadığı sofiyane hayat tarzı onu keramet ehli bir Hakk aşığı haline getirir. Etrafındakilere timsal teşkil eden yaşayışı, gündüzleri oruç tutmak, geceleri devamlı ibadet etmekle ve neticede nefsin istemediklerini yaparak onu terbiye etmekle haram ve şüpheli durumlardan kaçınan bir yaşayış tarzıdır. Onun vefatı, sevgiliye kavuşma anıdır. Ruhu bedenini terk edeceği esnada, adeta bir sabırsızlık gösterir. Sanki dünya hayatı bir zindandır ve o özgürlüğüne kavuşacaktır. İnsanların vefatı ile kendisini kabristana çalgı aletleri ile adeta raks ederek götürmelerini isteyen Seyyid Burhaneddin’i hatırlatan bir hali vardır. Son nefes anında dahi aklı başındadır ve soranlara gördüklerini anlatırken çehresinden hiç eksilmemiş olan manevi alemin nuru parıldamaktadır.
Cezbenin gücü ile ruhunu teslim eder




Hacı Hızır Efendi


Halveti tarikatının Şemsiyye kolunun kurucusu Ahmed Şemseddin Sivasi’nin (1520-1597) çocukken babası tarafından Zile’den Amasya’ya getirilerek dualarına mazhar olduğu Şeyh Hacı Hızır Efendi Hazretleri Habib Karamani’nin halifelerindendir. Kaynakların kendisinden marifetler ve kerametler sahibi şeklinde bahsettiği zatın muhtemelen XVI. yüzyılın ortalarında vefat ettiği tahmin edilebilir. Amasya Tarihi yazarının vermiş olduğu Mehmed Paşa Tekkesi’nde şeyhlik yapmış zatların isim listesinde yer almadığı göz önünde tutularak Kara Şems’in babasının şeyhi olan Hacı Hızır Efendi’nin şehirde bulunan çok sayıdaki Halveti tekkesinden birinde hizmet vermiş olduğu düşünülebilir.
 

Alemi Efendi

Zileli Abdurrahman Efendi'nin talebesi ve Kadızadeliler Hareketine set çeken ünlü Halveti Şeyhi Abdülmecid Sivasî Hazretleri'nin halifesi olan Alemi Efendi, Amasya'da, Sultan II. Beyazıt Camii'nde, kürsü şeyhi idi. 1635 yılında vefat ederek Pirler Parkında yer alan Pir İlyas Türbesi çevresindeki mezarlığa defnedilir. Onun sağlığında kaleme almış olduğu eserleri şunlardır: Kitâbü'l-Makbul fi Halîl-Huyûl. Bu eser Türkçe olup üç bölümden müteşekkildir ve Sultan II. Osman'a takdim edilmiştir. Mesmûatü'n-Nakayih ve Mecmuatü'n-Nasayih adlı eserin ise bir nüshası, Eyüp'te Hüsrev Paşa Kütüphanesi'ndedir. Nüsahu'l-Hukkâm Sebebü'n-Nizam adlı eserin de bir nüshası, Eyüp'te Hüsrev Paşa Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Diğer eserleri ise, Nuru'l-Ashab ve Kahrü's-Sibab.Risâletün fi't-Ta'lim ve't-Teallüm, Risâle-i Regaibiyye, El-Hukûkü'l-İlâhiyye adlarını taşımaktadır


Mustafa Akif Efendi


Merzifonlu Ebu Muhammed Bayram Efendi’nin oğlu Mustafa Akif 1686 yılında Amasya’da dünyaya gelir.İlim ehli bir âileye mensûb olan Mustafa Akif Efendi, küçük yaşta öğrenimine başlar. Zamanının ileri gelen alimlerinden akli ve naklî ilimleri tahsîl eder. Şeyh Muhammed Amâsî'nin babası Abdullah Efendi ile Remzi el-Kayseri ilim tahsil ettiği âlimlerin başında gelirler. Tahsil için zamânın çeşitli ilim merkezlerini gezer. Kâhire'ye giderek, Arabî ilimler ile hadîs ilmini öğrenir. Burada özellikle Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim ve diğer sahîh hadîs-i şerîf kitaplarını okur. Ebü'l-İzz el-Acemî ona hadîs-i şerîf
okutmakla ilgili icazet verir.
Üç defâ hacca giden Mustafa Âkif Efendi, orada çeşitli İslâm memleketlerinden gelen âlim ve velîlerle görüşüp, onların meclis ve sohbetlerinde bulunur. Aklî ve naklî ilimlerde derinleştikten sonra memleketi olan Amasya'ya döner. Sultan Beyazîd Medresesine müderris tâyin edilip ders okutur ve talebe yetiştirir. Daha sonra uzun müddet Amasya Müftisi olarak vazîfe yapar. Yaşlanınca müftîlikten ayrılır. İlme ve müslümanlara hizmeti sebebiyle, Şeyhülislâm Mustafa Efendi kendisine, Süleymâniye müderrisliği pâyesini gönderir. Ömrünün sonunda insanlardan uzak bir hayat yaşamayı tercih eden Mustafa Âkif Efendi, kendini tamamen ilim ve ibâdete verir. Tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerler. Onda mânevî haller ve kerâmetler görülür. İnsanlar ona, gördükleri bu haller sebebiyle deli ve mecnûn gözüyle bakmaya başlar. Gece ve gündüzünü ilme ve ibâdete veren Mustafa Âkif Efendi, ilmî mütâlaalar ve araştırmalarda bulunur. Gece sabaha kadar lambası hiç sönmeyen bu âlim zâtın, gözlerinin bozulmaması için çalıştığı odaya birçok lamba koyduğu anlatılır.
Tıb, astronomi ve matematik ilimlerinde mahâret sâhibi olan Akif Efendi, Tıb ilminin gereklerine dikkat ederdi. Talebelerinin ve sevdiklerinin hastalıklarına çeşitli ilaçlar yaparak bunları tatbik ederdi. Bunun için evinin üstünde bir oda yaptırmıştı. Burada oturur, bedenen sıhhatli olmak için oraya hızlı iner çıkardı. Bahçede gidip gelerek hareketli olmaya çalışırdı. Bu bahçede talebelere ders okuturdu. Yanında çok sayıda talebe bulunmasını istemezdi. Eğer talebelere ders vermesi gerekirse ancak dört veya beş talebeye ders verirdi. Bir kişi fazla olsa, onu kabûl etmezdi. Eğer azıcık müsâde etse etrâfını talebelerin saracağını iyi bilirdi.
Mustafa Âkif Efendi ulemâ sınıfından olmasına rağmen belli bir kıyâfet giyinmezdi. Bâzan ulemâya âit elbise giydiği gibi bâzan da mevlevî dervişlerine âit elbise giyerdi. Câmiye giderken vakar ve ağır başlılıkla hareket ederdi.Kendisi cömert olup, ikrâm ve ihsân sâhibi idi. Ziyâfet hazırlar, memleketin ileri gelenlerinden vâli, kâdı ile ulemâdan birçoklarını ve halkın ileri gelenlerini dâvet ederdi. Şehrin vâlisi *****â günleri onu ziyâret ederdi. Vâliyi saygı ile karşılar ona izzet ve ikrâmda bulunurdu. Vâli ile müsâfeha ettikten sonra; "Siz sultanın vekillerisiniz. Size itâat ve saygı gerekir." derdi. Kendisi fakir olmasına rağmen Allahü teâlânın ihsân ve bereketiyle fakirlere bol tasaddukta bulunurdu. Câmiye giderken boynuna beyaz bir kese asar, kesenin içine altın ve gümüş paralar doldururdu. Onun cömert ve ihsân sâhibi olduğunu bilen fakirler, yolu üzerine sıra olurlardı.Kesede bulunan altın veya gümüş paraları fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine fark ettirmeden dağıtırdı. Bâzan da kesedeki para bitinceye kadar avuç dolusu verirdi. Bâzan fakirler onun üzerine fazlaca yüklendiği zaman, keseyi bırakarak hızlıca evine giderdi. Sonra fakirler kesesini evine getirirlerdi. Malı ve geliri olmamasına rağmen bu âdetini hemen hemen her gün devâm ettirirdi. İnsanlar onun bu hâline şaşarlardı. Halbuki Allahü teâlâ’nın pek çok velîsine olduğu gibi, Mustafa Âkif Efendiye de keramet olarak bu malları ihsan etmiş olduğuna inanılırdı.
Mustafa Âkif Efendi, pek çok ilmî araştırmaları olan bir zâttı. Amasya kütüphânelerindeki kitapları araştırmıştı. Okuduğu ve incelediği kitaplara rakamlar şerhler koyar, fihristlerini çıkarırdı. Çok kere kırmızı mürekkeple ve ta'lik hattıyla yazardı. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler söyler, nesirler yazardı. Üç lisanda da şiir kâbiliyeti vardı. Tıp ilminde de geniş bilgi sâhibiydi. Hey'et, astronomi ve hendese, geometri ilimlerinin teorik ve pratik kısımlarında ihtisas sâhibiydi. Aklî ve naklî ilimlerin usûl ve fürû kısımlarında yüksek âlimdi. Hattâ onun; "Üç yüz senedir usûl-i fıkıhta benim gibi birisi gelmedi." dediği rivâyet olunur. Edebiyâtta Anadolu'daki Arapça dîvânlar onun şiirinin kaynağıydı. Arapça Kaside-i Mimiyyesi ve Kaside-i Ayniyye’si vardı.
İlmiyle amil, fazilet sahibi bir veli idi. Tefsîr, hadîs, usûl-i fıkıh ve fıkıh ilimlerinde zamânının mürâcaat kaynağı olan Mustafa Âkif Efendi, 1760 (H.1173) senesi Receb ayının yirmi birinci Pazar günü güneş doğmadan önce Amasya'da vefât etti. Amasya surunun dışında, Musalla yolundaki kabristanın kıble tarafında defnedildi.
 



Hicabi Baba




Kırım’ın Bahçesaray kasabası Akyefe müftüsü Ebus-Suud Efendi’nin torunu olan Abdulbaki, 1777 senesinde memleketinden hicret edip Amasya’ya gelerek burada yerleşip kalır. Şehrin alimlerinden Ürgüplü Hacı Ahmet Efendi adındaki zatın tedris-i rahlesinden geçerek icazetini alır. Daha sonra tasavvuf alanında bir mürşitten el almak arzusunu duyan Abdulbaki, Turhal Şeyhi lakabı ile tanınan Nakşibendi tarikatının Üveysiye kolu mensuplarından Şeyh Mustafa Efendi’ye intisap eder. Halk arasında Hicabi Baba olarak anılan Abdulbaki’nin şeyhi Mustafa Efendi de tahsiline Amasya’da başlayıp daha sonra İstanbul’a giderek Şeyh Murad Nakşibendi Hazretlerinin oğlu Ali Efendi’ye intisab etmiş ve kendisinden halifelik almıştır. Daha sonra memleketi olan Turhal’a dönerek burada dergahını kuran Şeyh Mustafa Efendi Kesikbaş adıyla anılan cami inşaatını başlatmış, Yeşilırmak üzerine bir köprü yaptırmıştır. Sadrazam Mehmed Paşa’nın kendisine bağlılığı ve sevgisi dolayısıyla Turhal Civarında bulunan Dazya köyünün mülkiyeti kendisine verilmiş ve bunların gelirleri de Cami, köprü ve dergaha vakfedilmiştir. Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri 1782 senesinde vefat etmiş ve yaptırdığı dergah ve caminin yanında defnedilmiştir. Sahih hadislerden derleyip toparlamak suretiyle "el-Bedrü'l-Münir fi Şerh-i Ehadisi'l-Beşiri'n-Nezir" adındaki hadise dair eseriyle "Mürşidü's-Salikin" adında bir eseri, "Hadis-i Erbain" adında diğer bir eseri daha vardır. M. Tahir Bursevi Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri'nin, Halvetiyye tarikatının Şabaniyye kolundan da hilafet aldığını, buna dair belgeyi Üsküdar'da bir kütüphanede gördüğünü bildirmektedir. Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri'nin en meşhur halifesi, Niğde’nin Bor ilçesinde medfun bulunan Ahmed Kuddusi Efendi Hazretleri'dir. Mustafa Efendi Hazretleri'nin Turhal’da yaptırmış olduğu "Kesikbaş Camii" bu adını, hicri 85 yılında Hüseyin Antaki Hazretleri ile ge­len bir şehitten almaktadır.
Kesikbaş türbesini de yaptıran Şeyh Mustafa Efendinin yanından hiç ayrılmayan son derece yumuşak huylu, sevimli yüzlü sofi ve ermiş bir ihtiyar vardır; Mustafa Dede… Türbe inşaatı devam ederken, Tokat evliyalarından Tüysüz Baba üstü açık ve yayvan bir bakır tabak ile helva gönderir. Helva dolu kab Tokat'tan Yeşilırmağa bırakılır ve Turhal'da nur yüzlü bu sofi Mustafa De­de tarafından alınarak Şeyhe sunulur. Şeyh Mus­tafa Efendi helvayı yedikten sonra, Mustafa Dede'ye, ‘bizim helvamızı da sen gönder’, diye talimat verir. Mustafa Dede, kendi eliyle yaptığı helvayı, lenger denilen daha büyük bir bakır tabağa koyar ve ırmağa bırakrak akıntıya yukarı doğru Tüysüz Baba'ya gönderir. Bu olaydan sonra Musta­fa Dede'nin adı Lengeri Baba olarak kalır.
Vaktiyle Büyük Ağa Medresesinde molla olan Hicabi Baba, Ziyere (Ziyaret) Köyü’nde bulunan şeyhin müridi olmak için yola çıkar. Fakat şeyhin arazisine girip Gölbaşına geldiğinde, hicabından (utancından) şeyhin yanına giremez ve geri döner. Her seferinde bu teşebbüsü yarım kalır. Ama bir gün Şeyh, kendisinin sohbetlerine katılmak için gelen gönül dostlarına “ Gölbaşı’nda Hicabım var, onu da getirin”, der. Müridleri hemen yola çıkar. Hicabi’yi yakalayarak şeyhin huzuruna getirirler.

Hicabi’nin diğer müridlerinden farklı olan davranışları, sohbetlere iştirak etmesi şeyhinin dikkatlerini çeker. Aralarında meydana gelen manevi yakınlaşma, diğer müridlerin de dikkatinden kaçmaz. Müridler bu sevgiyi kıskanırlar. Dedikodular şeyhin kulağına kadar gider. Bunun üzerine şeyh, müridlerini toplar ve onların birer demet çiçek getirmelerini ister. Şeyhin bu isteğini yerine getirmek için, müridler Ziyere Köyü’nün arazisine ve dağlara çıkarlar. Amaç en güzel çiçeklerden bir demet hazırlayıp, şeyhlerine sunmaktır. Bütün müridler, Ziyere Köyü’nün dağlarından envai cins çiçeklerden birer demet yapıp Şeyhlerinin huzuruna girerler. Şeyhin odası bir çiçek bahçesine dönüşmüştür. Fakat Hicabi nice zaman sonra ağlaya ağlaya elleri boş döner. Şeyh, “ Ya Hicabi!..Sen çiçek toplamadın mı ?” deyince, Hicabi büyük bir mahcubiyet içinde, ” Sultanım, çiçekler hep Allah’ın adını zikrediyorlar, kıyıp koparamadım” der. Şeyh o zaman müridlerine döner; “ İşte Hicabi’yi bunun için sizden fazla seviyorum. Siz ne anlarsınız çiçeğin fikrinden, zikrinden.”, der.
Şeyh bir gün hastalanır. Müridler, şeyh öldüğü zaman kimin şeyh olması icap ettiğini münakaşaya başlar.Bu tartışmaları duyan şeyh, bütün talebelerini toplar ve “ Ben ölünce,kavuğumu kim yerden kaldırırsa, şeyh o olsun”, diye vasiyet eder. Bir müddet sonra da şeyh vefat eder. Bütün müridler, şeyhlerinin kavuğunu kaldırmak için çaba sarfeder. Fakat yerinden bile oynatamazlar. Cenazenin defni ile uğraşan Hicabi Baba, bütün ısrarlara rağmen denemeye razı olmaz.
“Şeyhim öldükten sonra bana hiçbir şeyin gereği yok”, demektedir.
Nice sonra, tarikatın dağılma tehlikesi karşısında kavuğu tek eliyle kaldırıp, başına koyarak şeyh olur.
1822 yılında Amasya’nın Ziyaret Kasabasında vefat edip halen kendi adı ile anılan Camii Şerifin avlusuna defnedilmiş olan Abdulbaki Efendi’nin manevi varlığından övgüyle bahseden şairlerden Turabi tarafından kaleme alınan kıta şöyledir.
“İki alemde maksudu şolar ki menzil-ı Hakk’ta
Ki irfan ehline cana, hakikat-ı rehnümadır bu
“Turabi” okudu yazdı Hicabi sultanın sırrın
Libası tazeler ol sahib-ı Rıdvan-ı güşadır bu”





Ahmet Hulusi Efendi



Tahsilini Amasya ve İstanbul’da yapan Ahmed Hulusi Efendi Mayıs 1867’de Galata Mollası olur. Aynı yılın Aralık ayında Mekke-i Mükerreme ve daha sonra da İstanbul payelerini alır. Kırk yaşında iken 1874'de İstanbul Kadısı olur. Anadolu Kazaskerliği payesini alır. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Afganistan’ın Rusya’ya taarruz ederek Osmanlı Devleti’ne yardımda bulunmasını ve aynı zamanda İngiltere ile diplomatik münasebetlere girişmesini temin için Meclisi Tetkikatı Şer'iye Başkanı iken 1877’de fevkalade sefir olarak Sultan II.Abdulhamit tarafından Afganistan’a Emir Şir Ali Han nezdinde gönderilir. Ahmed Hulusi Efendi beraberinde Haremeyn payesine sahip sır katibi Mektubizade Ahmed Bahai Efendi ve daha bazı kişiler olduğu halde Hindistan yolu ile Kabil’e hareket eder. II. Abdülhamid'in namesini Afganistan emiri Şir Ali Hana hediyeler ile verdikten sonra geri döner. Ümit edilen sonucun elde edilemediği bu sefaret görevinden dönüşte İstanbul'a gelmez, Diyarbakır Kadılığında bırakılır. Daha sonra da Amasya'da oturmaya memur edilir. 1869–1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından bölüm bölüm hazırlanarak kabul edilen, ve bir giriş ile 16 bölümden oluşarak 1851 madde içeren İslam dünyasının ilk ve en önemli medeni kanunu olan Mecellenin hazırlanmasındaki heyette eniştesi İsa Ruhi Efendi ile İstanbul eski kadısı Ahmed Hulusi efendi de yer alır. 1888 yılında vefat ederek Yukarı Türbe’ye defnedilir.




İsmail Siraceddin



Bugün Amasya’da Şamlar Mahallesi’nde şehre hakim yüksekçe bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan türbesinde medfun bulunan Halidi şeyhin efsaneleşen hayatı, şehrin sırlarla dolu mistik kimliğini zenginleştiren unsurlardan sadece bir tanesidir. Osmanlı sadrazamı Mehmet Rüşdü Paşa’nın babası İsmail Efendi’nin Rusya’da başlayan hayat hikayesi, uzun ve yorucu badirelerden sonra Amasya’da noktalanır.
1782 yılında Rusya’nın Şemahi kazasına bağlı Kürtemir’de dünyaya gelen İsmail, Muhammed Nuri Efendi’den ders alır. 18 yaşında eğitimine devam etmek üzere gelmiş bulunduğu Erzincan’da Evliyazade denilen zatın rahle-i tedrisinden geçer. Ardından Tokat’a kendisini çekmiş bulunan Şeyh Yahya el Mervezi’den Hadis ilmini öğrenir. Bu arada Ademoğlu lakabıyla tanınan Molla Muhammed namındaki zattan felsefi ilimleri tahsil eder. Fıkıh öğrenimi için de uzun bir yol kat etmesi gerekecektir. 1805 yılında Bağdat’tan Burdur’a gelir. Artık öğretim sırası gelmiştir ve bunun için de doğduğu memlekete dönecektir. Yedi yıl boyunca Kürtemir’de ders verir. Hicaz yolu görünür. Dönüşünde İstanbul’a geçerek (1813) birkaç ay burada kalır. Tasavvufun çekiciliğine kapılır ve Hindistan’da bulunan Seyyid Abdullah Dehlevi Hz.lerini ziyaret etmek üzere şehirden ayrılır. Fakat Şeyhin elini öpmek nasip olmayacaktır. Basra’ya geldiği zaman vaki olan manevi bir işaret üzerine Bağdat’a yönelir. Burada Mevlana Halid Şah Süleymani Hazretlerine intisab eder ve bu alimden seyr-i sülükünü tamamladıktan sonra pek fazla müride nasip olmayan ve bugün türbesinde asılı olan icazetname ile Hilafet rütbesi alır (1817). Artık zahiri ve batıni ilimleri yaymakla görevlidir. Otuz beş yaşlarına geldiği o günlerde mürşidinin izni ile Şirvan’a döner ve dokuz yıl kadar orada irşad görevi ile meşgul olur, ve bu arada evlenir.
İsmail Şirvani Hazretlerinin Şirvan’da Abdulhamit adını koymuş bulunduğu bir oğlu dünyaya gelir fakat bu zat Karadeniz’e bir yolculuk esnasında vapurun batmasıyla (veya Amasya’da 1846’da suda boğularak) vefat etmiştir. Mevlana İsmail Seraceddin, kendi memleketinde Şeyh Şamil, Şeyh Mehmet Efendi, Şeyh Ahmed El Ağdaşi gibi zatlara hilafetname verir.
Baskıların dayanılmaz boyutlara ulaştığı Rusya’da zulme karşı Kafkas Kartalı olarak Şeyh Şamil vakası zuhur edince, kısa zamanda Mevlana İsmail Şirvani’nin Şeyh Şamil’in hocası olduğu anlaşılır ve derhal Ruslar tarafından hapsedilir. Ancak müridlerinden Şeyh Ahmet El-Ağdaşi kendilerine kefil olmak sureti ile üstadını hapisten kurtararak 1827 yılında Ahıska’ya sağ salim getirir. Rusya sınırları içersinde çevresine faydalı olamayacağı anlaşıldıktan bir müddet sonra kendisini izleyen müridleriyle birlikte şeyhin Amasya’ya geçtiği görülür. İleride Osmanlı Devletinde sadaret makamına yükselecek olan oğlu Mehmed Rüştü Paşa burada dünyaya gelir (1829). 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılıp Bektaşi Tekkelerinin kapatılmasının ardından bu tekkelerin şeriata bağlılıklarıyla tanınan Halidilere verilmesi ve Halidiyye’nin İstanbul’da siyasi nüfuz ve güç kazanması, devlet yönetiminde sıkıntılara yol açar. Halidilere karşı yürütülen mücadele sonunda tarikat mensupları İstanbul’dan uzaklaştırılır. 1828’de İstanbul’daki Halidilerin tamamına yakın bir kısmı Sivas’a sürülür. Muhtemelen bu sebeble Amasya’dan ayrılarak Sivas’a giden İsmail Şirvani dokuz sene Sivas’ta ikamet eder. Burada mürid çevresi genişleyen Siraceddin İsmail’in sonradan İstanbul kadısı olacak olan oğlu Ahmed Hulusi dünyaya gelir (1834). Sivas’taki müridlerinden biri de Nigari mahlasıyla anılan Mir Hamza’dır ve Mevlana Halid’e yetişemeyen aşık, Siraceddin’in peşini bırakmaz. Sonunda 1840’ta Şeyhin Amasya’ya döndüğünü görürüz. 1844’te oğlu Mustafa Nuri efendi dünyaya gelir. 1848 yılında kolera salgını sebebiyle İsmail Siraceddin Ramazan ayının 17. gününde vefat ederek Şamlar kabristanına defnedilir.
Kendisine Siraceddin lakabı Hazreti Mevlana Halit tarafından verilmiştir. Alimler arasındaki lakapları Fakirullah, Kutbü-l Aktab, Gavsü-l Enam, Seyyid Ennüceba, Şah İsmail Şirvani, Hazreti Mevlana’dır.
Bugün türbesinde metal bir levha üzerine yazılı hayat hikayesi ile birlikte yer alan Mevlana Halid’in kendisine vermiş olduğu icazetname kopyası incelendiğinde Nakşi tarikatının inceliklerini görmek mümkündür. Arapça olan İcazetname mealen şöyledir.
“Hamd sadece Allah’a mahsusdur. Salavat ve selam vahyine seçtiği Hz. Muhammed’e (s.a), ailesine ve sahabesine olsun. Bundan sonra Allah’ın halifesi olarak şefkatli, sadık dost, alim, ariflerin ve faziletlilerin menbaı, sedat-ı tarik-ı Nakşibendiyyenin emri ile kuvvetlendirilmiş kardeşim, sevdiğimiz uca(!) ve kerem sahibi Hacı İsmail Efendi’ye icaze verdim. Allah-u Teala bereketini, derecelerini ve hallerini artırsın. Talebelerine feyzlerini yağdırsın. Ona nakşibendiye tarikatında irşad, zikir ve tevhid telkini ile taliplere nazarının tesirini, nurları muayyen etmekteki ve perdeleri kaldırmaktaki iktidarını tecrübe ettikten sonra icaze verdim. Bu icazeyi, silsile-i aliyenin büyüklerinden aldığım müsade ve peygamberin sünesi üzerine istihareden sonra verdim.
Evliyanın yoluna teşebbüs eden herkes onun sohbetini ganimet bilsin.
Ona kitap ve sünnete sarılmayı tavsiye ederim. Keşf ve vicdan ehli imamlara uygun olarak fırka-i naciye olan ehli sünnenin görüşlerinin gereği olan akideyi tashihe emredip çalışmayı vasiyet ederim.

Ve ona Kur’an muallimlerine, fıkıh alimlerine, sufilere hürmet etmeyi, kalp selameti, nefis semaheti, cömertlik, güleryüzlülük, eziyetten çekinmek, kardeşlerin kusurlarını affetmek, büyüklere ve küçüklere nasihat, düşmanlıkları terk etmek, tamahı terk etmek, ihtiyacının karşılanacağı hususunda Allah’a itimat etmek (Allah kendisine güvenenleri darda koymaz) , kurtuluşun ancak doğrulukta olduğundan (doğruluktan) asla ayrılmamak, ve Allah’a vasıl olmak ki, bu ancak Hz. Muhammed’e tabi olmaktır (Salavat ve selam Hz. Muhammed’e (s.a), ailesine ve sahabesine olsun). Kendisini hiç kimseden üstün görmeyip nefsini herkesten aşağı görsün, aleyhinde hareket edenleri ve hased edeni Allah’a havale etsin. Başına gelen şeri gayreti ile def etmeye çalışmasın. Bu tarikat-ı aliyenin şeyhleri kimi himmetleri ile sana yetişecekler. Eğer isterse Allah-ü tealanın kudreti ile fesadı o anda maddi olarak bağlarlar. Bendelerinin sayısınca, razı olduğu nefisler adedince, dünyanın ziyneti ve kalemlerinin mürekkebleri sayısınca (mikdarınca) Allah’ın salavat ve selamı yine Nebiy-i ümmisi muhammedin aile ve sahabesinin üzerine olsun.
Alemlerin Rabb’ına hamd olsun.
Ben fakir ve miskin Halid en Nakşibendi, el Müceddidi
Mevlay-ı Kerim’in büyük fazlına erişmiş
Mühr-ü şerif;
El Halidi, El Nakşibendi, El Müceddidi, El Kadiri, El Kübrevi, El Sühreverdi, El Çişti




Mir Hamza Nigari

Siraceddin İsmail’in, Amasya’da diğer camilerden barok üslubuyla ayrılan Şirvanlı Camii’nin türbe bölümünde medfun bulunan müridi Mir Hamza Nigari ise, 1799 yılında Karabağ’a bağlı Zengezor köyünde dünyaya gelir. Babası Mir Rükneddin (Seyyid Emir Paşa), annesi Kızhanım (Hayrünnisa) olup Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde bulunan Zengezor’a bağlı Cicimli köyünün sevilip sayılan “seyyid ocağı” na mensupturlar. Ataları Medine-i Münevvere’den gelerek bölgeye yerleşmişlerdir. Küçük yaştan itibaren tahsil ve terbiyesinde ihtimam gösterilmiş, dini ilimler okutulmuş, Arapça ve Farsça öğretilmiş olan Mir Hamza Nigari 15 yaşından itibaren Karabağ’da Karapirim köyüne giderek Karakuş Mahmut Efendi diye anılan alimden ders almaya başlar. Bir kaç yıl Seki tarafına giderek Küçük Dehne denilen yerde Şikest Abdullah Efendi isimli zatın rahle-i tedrisinden geçer. Muhtemelen 1830’larda Mevlana Halid’e mülaki olmak için yola çıkar. Fakat onun 1826’da Şam’da kolera sebebiyle vefat etmiş olduğunu öğrenir. Nakşibendi mensuplarının Sivas’ta toplanmış olmaları sebebiyle gideceği yer de aslında bellidir. Sivas’ta bulunan Mevlana Şah İsmail ile mülaki olur. Tahsilini bitirdikten sonra adı geçen şeyhe intisab eder ve sülükünü bitirdikten sonra Mevlana ile birlikte Amasya’ya gelir. Mürşidinden izin alarak önce Konya’da Mevlana Türbesi’nde sonra da Medine’de “Ravzai Mutahhara”da erbain çıkarır. Hac farizasını yerine getirip, Şam ve Kudüs’ü de ziyaret ederek Medine-ı Münevvere, Basra, Bağdat, Halep ve Şam yolu ile İstanbul’a geçer. İstanbul’dan Amasya’ya döner ve bir sene sonra, yine Mevlana Şah İsmail Hazretlerinin emri ile –muhtemelen Şeyhin vefatından önceki son görüşmeleridir- Rusya’ya geçer. Orada on sene kadar irşad, eğitim, ve öğretim görevi ile meşgul olur.
Mir Nigari Hazretleri Rusya’daki ikameti sırasında evlenir ve burada dünyaya gelen oğluna şeyhinin Mevlana Halid ile olan bağlantısını hatırlatacak olan Siraceddin adını verir. Daha sonra Rusların kendisi hakkındaki şüphelerinden endişeye düşerek Kırım Harbi sırasında birçok müridi ve mücahitle beraber gizlice Rus sınırını aşarak, Kars’a gelir; Osmanlı ordusuna katılarak Ruslarla çarpışır. XIX.asrın ortalarında Kafkasya ve Kuzey Azerbaycan’da Ruslara karşı mücadele eden Nakşibendi tarikatının tanınmış mürşidlerinden biri olarak halk arasında büyük nüfuz kazanır. Kars’tan geçtiği Erzurum’da Bakırlar Mahallesi’ndeki mescidde beşyüz kuruş maaşla üç sene ders verir. Sonra tekrar İstanbul’a geçer. İstanbul’da bir sene kalıp tekrar Erzurum yolu ile Rusya’ya gider ve orada kalan refikalarını alarak Amasya’ya döner (1865), burada irşad ve ilim tedrisi ile meşgul olur. Kısa zamanda yayılan şöhreti ve başına toplanan cemaatin büyüklüğü Amasya’da ileri gelenleri ürkütür. Bu endişeler dolayısıyla Amasya müftüsü Hacı İsa Efendiyle araları açılır.
1875 yılında oğlu Siraceddin vefat eder. Aleyhindeki artan tezvirata karşılık şeyhin1878’de Amasya’yı terk ederek Merzifon’a çekildiği ve orada irşad ile meşgul olduğunu görürüz. Fakat Amasya’da kazandığı şöhret ve nüfuz bazı kimseleri hala rahatsız etmektedir. “İsyan edecek” diye çıkartılan dedikodular sonucunda 1883’te Mir Hamza Nigari hakkında bir mazbata düzenlenerek, irade-i padişah ile Merzifondan çıkarılıp İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da altı ay kaldıktan sonra yine hakkında gıyaben ikinci defa bir mazbata düzenlenerek önce haps ve sonra da Anadolu’ya sevk kararı alınır. Samsun’a çıktığında Amasya’lıların ileri gelen halkı tarafından vaki olan bir başvuru üzerine Samsun’da birkaç gün alıkonulduktan sonra Harput şehrine nefy olunur. Mir Nigari Hazretlerinin hayatı bir buçuk sene kadar bir şekilde Mevlana Halid ile bağlantı kurulan Harput’ta geçer ve 1886 senesinin Muharrem ayında orada Hakk’ın rahmetine kavuşur. Vasiyetleri üzerine cenazesi Harput’tan alınarak Amasya’ya getirilir ve Bayezid Paşa Mahallesinde bir evin arsasına defnedilir.
Amasya’da birbirinden güzel bir çok caminin inşaı her defasında devletin ileri gelenleri tarafından yaptırılmıştır. Hangi camie baksanız, banisi ya Amasya valisidir, ya da devletin üst kademelerinde görev yapmış olan birisidir. Oysa Şirvanlı Camii, bir mürşidin anısına sevenlerinin, müridlerinin himmetleriyle inşa olunur.
Merhumun dostları ve sevenleri; özellikle Şirvan’da Karabağ’daki müridleri tarafından gönderilen nakdi hediyelerle üzerine bir türbe ve yanı başına da güzel bir cami yaptırılmak sureti ile üstün bir vefa örneği gösterilir.
Onun Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın Karapapag Türkleri arasında çok tanınan ve sevilen bir kimse olduğu ve özellikle bölgenin halk inançları incelenirken izlerine çok sık rastlanıldığı görülür. Kafkasya’da daha çok Sünni Türklerin kendisine tabi olmasına rağmen Nigari, Şii-Sunni muhalefetini önlemeye çalışmış, mistik duyguların güçlendirilmesine önem vermiş, tarikata girdikten sonra şiirler söylemeye başlamış bir edebi kişiliktir aynı zamanda. Hem klasik tarzda aruz ölçüsüyle hem de halk şiiri nazım şekillerinden hece ölçüsüyle şiirler yazmıştır.
Nebati tesiriyle yazdığı ilahi aşkı terennüm eden şiirlerinde dokuz yaşında iken mana aleminde görüp aşık olduğu, on sene sonra ise kendisiyle görüştüğü zaman mecazi aşkın gerçek aşka dönüştüğü Nigar adlı takva sahibi muhterem bir hanımın ismini kendisine mahlas olarak alır.
Gazelleri ve kasideleri yalnız müridleri arasında değil geniş halk kitleleri arasında da çok beğenilmiş, ezberlenmiştir. Zikir meclislerinde daire şeklinde ve sadece hafif tempo tutarak söylenen gazelleri ile büyük mistik heyecanları yaşatan bir şeyh olarak şöhret kazanır. Tabiatıyle Doğu Anadolu ve Kuzey Azerbaycan’da halk arasında hakkında menkıbeler oluşur. Bu büyük nüfuzu sebebiyledir ki, Kırım Harbi’nden sonra Türkiye’ye göç edince kendisine bağlı binlerce insan Kars’tan Amasya’ya, Zile’den Muş’a kadar geniş bir bölgeye gelerek yerleşir.
Şiirleri ve semah meclisleri ile bölge Türkleri arasındaki Şii-Sunni ihtilafı büyük ölçüde gidermiş olduğu görülen şeyhin açtığı bu yoldan üzerlerinde etkili olduğu bölgenin diğer bazı şairleri de geçmişlerdir. Onun
”Ne Sunniyem ne Şii
Müslümanam Müslüman”
beyiti adeta vecizeleşmiştir. Döneminde Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’de divani semah şekli ile halkta derin izler bırakmış olan Mir Hamza Sovyet döneminde dahi müslümanlığın “halk islamı” şeklinde yaşamasını sağlamıştır



Bahşi Halife

XVI. yüzyılda yaşamış büyük tefsir ve hadis alimi olarak kabul edilen Bahşi Halife’nin Akbilek adlı bir Türkmen oymağından geldiği ileri sürülür. Onun, Amasya’nın Taşova ilçesine bağlı bugün Uluköy diye bilinen Sonusa’dan olduğu kabul edilir. Künyesi ‘Dede Bahşi bin İbrahim’ şeklinde kaydedilen Halife tahsilini tamamlamak için Mısır’a gider. Orada İmam Suyuti, Şeyhü-l İslam zekeriyya el-Ensari, Şemsüddin Muhammed es-Sehavi gibi alimlerin derslerine devam ettikten sonra Amasya’ya döner.
Fatih Sultan Mehmed, II.Beyazıd, ve Yavuz Sultan Selim dönemlerini idrak eden Bahşi Halife’nin ilmi kudretine şahit olarak onun, ‘Müfti’s-Sakaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) İbn Kemal’in üstadı olduğu söylenir. Bir çok tefsirin hafızasında olduğu övgüyle bahsedilmekte ve diğer ilimlerde ise müstesna bir kudrete sahip olduğu tabakat kitaplarında anlatılmaktadır.
Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçiren Bahşi Halife Hazretleri çok az yemek yer, dünyaya rağbet etmez, sade bir hayat yaşar. Bütün vaktini ilim öğrenmek isteyen talebelere vermekten kaçınmaz. Bazı ayetlerin faziletlerine dair açıklamalarda bulunurken, “Levh-ı Mahfuz’da böyle gördüm der. Keşiflerinde hata yapmayan Bahşi Halife, Peygamber Efendimizle sık sık rüyada sohbet eder. Müşküllerini ona arz eden Halifenin çözümleri böylece elde ettiği söylenir.
Zühd ve takvâ sâhibi olduğu, dünyâya düşkün olmayıp haramlardan sakındığı, dînî ilimleri iyi bildiği, devamlı nâfile namazı kılıp oruç tuttuğu, kanâat sâhibi olup, az bir dünyâlıkla idâre ettiği anlatılır. Bir gün camide vaazında abdest almanın faziletlerinden bahsederken, alınan abdest suyu ile günahların döküldüğünü söyler. Cemaat arasında bulunanlardan birinin kalbine, ‘bu nasıl olur’, diye bir düşünce gelir. O zaman, sanki bu düşünceye cevaben, Bahşî Halîfe kollarını sığayarak dirseklerine kadar havaya kaldırır ve, "böyle olur", der. Cemaat, Bahşi Halîfe'nin kollarından nur fışkırdığını görür. Ona bu yüzden Akbilek lakabı verilmiş olduğu anlatılır.

Abdurrahman Çelebi

Aynı yıllarda yaşamış bir Hakk aşığı daha vardır. Pir Hüsameddin isminde tasavvuf ehli bir zatın oğlu olan Abdurrahman Çelebi, şiirlerinde babasının adına izafeten Hüsami mahlasını kullanan bir şair-mutasavvıftır. Amasya’da Saraçhane Camii bitişiğinde medfun bulunan Şeyh Zekeriyya Hazretlerinden feyzini tamamlar ve onun halifesi olur. Dost canlısı bir zat olan Çelebi, aynı zamanda eşsiz bir rüya yorumcusudur. Onun sema yaparak zikretmeyi sevdiği anlatılır. Gümüşlüoğlu sülalesine mensup ve Pir İlyas Hazretlerinin yakın akrabası olduğu için ‘Pirzade’ lakabı ile de anılan şeyh 1498 yılında vefat eder. Yakup Paşa Tekkesi iç

 


 


 








 

Copyright © Amasyalim Tüm hakları saklıdır


By_ŞeHZaDe
 
aMasYa
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
Bugün 55134 ziyaretçikişi burdaydı!
BU SİTEYİ KURAN,YÖNETEN VE GÜNCELLEYEN By_SehZaDe=MUSTAFA MİKAİL CÜCE mmikail05@hotmail.com Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol